30 Temmuz 2018 Pazartesi

Ay Güneşten Daha Güzel

Nem néztünk vissza, s már külön utakon jártunk.
(Geriye bakmadık, ve zaten farklı yollarda yürüyorduk.)

Csend lett, s újra elbújt a hold.
(Bir sessizlik oldu, ve ay saklandı yine.)

Sami maradt: ezernyi, megválaszolatlan kérdés.
(Ve geriye tek bir şey kaldı: binlerce cevapsız soru.)

Vajon ki fogja eloször meglátni a holdat?
(Ayı ilk kim görecek?)

Ki fogja megvalósítani félbehagyott álmomat?
(Kırık düşlerimi kim fark edecek?)







#CevapsızSorular

22 Temmuz 2018 Pazar

Her Şeyin Başı Su

Bazı insanlar aile kurmaya önem verirler, yani buna değer verirler; bazılarıysa başka birtakım şeylere değer verirler, bunlara değer verirken niye değer verdiğini düşünmez birey, toplumun içinde erimiş olan birey. Toplum koleje girmeyi bir değer olarak sunduğu için artık o kişiliğini yok sayma halidir, koleje girmek için yarışır, üniversiteye girmek için yarışır, iyi bir işe girmek için yarışır, güzel bir kadınla evlenmek için yarışır... Devamlı bir yarış ve kazanma zorunluluğu...
-- Aslında kazanmak nedir ki? En büyük zaferi kazandığında bir Antonious olduğunu düşün; Paris'e geldiğini ve o takın altında olduğunu ve bütün insanların senin altında olduğunu düşün ve gücün en üstünde olduğunu... Yalnız kaldığın o anda "n'oldu be, şimdi n'olacak?" diyorsan kaybedensin sen, kaybetmişsin. Yani o anda en büyük zaferin içinde kaybetmişsin.
-- Peki bunun farkında olmak; yaşlı bir kızılderilinin dediği gibi, "hayatın bize sunamadıklarını mı sunar" yoksa bir radyo dinleyicisinin dediği gibi "sanat diğer tüm şeyler gibi seks için midir?". Yaşlı bir kızılderili ne kadar yanılabilir?
-- Bazen yanılabilir.
-- Bazen susar.
-- Bazen konuşmak ister.
-- Bazen dinlemek ister.
-- Bazen yalnız kalmak ister.
-- Bazen arkadaş ister.
-- Bazen gitmek ister.
-- Gider bazen,
-- Bazen gidemez.
-- Bazen hiç gidememekten korkar.
-- Bazıları sonsuz neşeye doğar,
-- Bazıları sonsuz geceye.
-- Bazen ölürsün.
-- Bazen ölemezsin, bazen bütün koşullar uygunken bile ölemezsin.
-- Bazen kendinden uzaklaşmak ister insan.
-- Bazen gidersin, sırf dönebilmek için.
-- Bazen ağlarsın bayağı.
-- Bazen ağlayamıyorsun bayağı bayağı... Bazen içiyorsun, bazen çok ama çok fazla içmek istiyorsun da bazen sen zaten içmeye gidiyorsun; bazen Acıbadem'den bir taksiye biniyorsun "Kadıköy'e" diyorsun; bazen yüzüne bile bakmıyor.
-- Bazen bir kadın geliyor, oturuyor karşına ve ağlıyor.
-- Kadınlar hep ağlıyor.
-- Bazen bir kadın sana, "en çok korktuğum şey bir kadının gözyaşıdır" diyor kendi adına, "eğer çok sevdiysen" diyor, "eğer çok sevdiysen", oysa bilmiyor ki sevmek de bir ana ait.
-- Her şeyin başı su.
-- Felsefenin de.
 


"Her şeyin kaynağı su'dur."

 İşte Thales’in felsefesini özetleyen cümleydi bu. Aynı zamanda felsefenin de doğuşunu simgeleyen bir yargı da diyebiliriz.

 Grek’lerin Anadolu’da var olan, aynı zamanda büyük bir ticaret kenti olan Milet’te doğar Thales. M.Ö. 6. yy’da yaşadığı ve o güne kadar ilk felsefe yapan kişi olduğu söylenir. Dönemin şartlarından dolayı, Thales’i anlayabileceğimiz ya da hayat öyküsünü doğrudan öğrenebileceğimiz çok fazla kaynak bulunmamaktadır. Bu konuda Aritoteles’in yorumları kaynaklık edecektir bize.

 Felsefenin tarihi araştırılırken, Thales başlangıç kabul edilir. Peki, Thales’i felsefeye yönlendiren neydi? Neden başka biri değil de Thales ilk filozof oldu?

 Aristoteles; "bilim ve felsefe, dış ihtiyaç bir dereceye kadar tatmin edildiğinde ve insanların başka uğraşlar için boş zamanı kaldığında başlayabilmiş olmalıdır” der. Evet; felsefe, zaman ayrılması gereken bir uğraştır. Düşünme eylemidir felsefe. Hayati ihtiyaçlarını tamamlayamayan, günü kurtarmaya çalışan kişiler evreni sorgulamaya gereksinim duymazlar şüphesiz. Çünkü bu düşünme eylemine ayıracak zamanları yoktur. O halde felsefenin, zengin bir ticaret kenti olan Milet’te doğması tesadüf olarak görülmemelidir.

 Thales, Mısır’da da bulunmuştur. Oradaki yaşamın Nil nehri taşkınlarına göre şekillenmesi, Thales’in merakının uyanmasını sağlar. Kendisi de zaten bir sahil kenti olan Miletli’dir. Gittiği her yerde suyun hayata bu denli etkisi dikkatini çeker. Artık Thales’i meşgul eden soru ortaya çıkmıştı. “evrenin ana maddesi nedir?” Gerçekten de evrenin ana maddesi neydi?

Thales’in bu konuda kendine ait tamamen teorik düşünceleri vardır.
Bu görüşler evrenin bir başlangıcı olması yönündeydi. Yani “hiçten hiçbir şey meydana gelmez” kuramına dayanır. Bu başlangıç daha sonraki değişim ve dönüşümlerde, özde aynı kalan temel bir ilke olarak yer alır. Her şeyin özünde olan bu temel ilke, "su"dur.

 Önceleri başlangıç anlamına gelen "arkhe", günümüzde "ilke" anlamına gelir. O günden bu güne kadar olan süreçte arkhe birçok filozof tarafından araştırma ve tartışma konusu olarak ele alınmıştır. Daha sonra varlığın oluşumuna dair farklı görüşler ortaya çıkmıştır. Bir sınıflama yapmamız gerekirse de Thales’e materyalist demek yanlış olmaz.

 Su her şeyin hayat bulduğu bir tin gibidir. Nasıl bir insan nefes almadan yaşayamazsa, tüm varlıklar için su aynı derece önemlidir. Yeryüzünün suyun üzerinde tıpkı bir tahta parçası gibi yüzdüğünü iddia eder Thales. Maddenin karşısına sudan başka konabilecek bir şey yoktur. Madde canlıdır ve nasıl bir canlı hareket edip yer değiştirebilirse, canlı olan arkhe de hareket edip yer değiştirebilir. Su canlı ise, her canlı diğer canlıları kendinden yarattığı gibi su da diğer varlıkların yaratıcısıdır.

 Dikkat edilmesi gereken bir şey var ki bu da; Thales’in bu düşüncelerini sağlayan gözlemlerini "doğa"dan çıkarmasıdır. Varlığı anlamak için yine ona bakmamızın yeterli olduğu düşüncesindedir.

 Thales, sadece arkhe ile ilgilenmemiştir. Pratik konularla uğraşmış, astronomiye ve matematiğe de merak salmıştır. Bir güneş tutulmasının tarihini önceden hesaplamayı başarmıştır. Grek felsefesine başlangıç tarihi eklemek istersek bu tarih, o güneş tutulmasıyla aynı olacaktır. Yani 28 mayıs, M.Ö. 585.

 Thales bilim ve felsefe ile ilgilenirken, çevresindeki insanlar onu eleştirmekten geri kalmıyorlardı. En çok söylenen ise, felsefenin maddi bir geliri olmadığı ve gereksiz bir uğraş olduğu yönündeydi. Thales bu eleştirilere güzel bir yanıt vermiştir. Anlatılan öyküye göre;
"Thales yıldızları çok iyi biliyor ve araştırmalar yapıyordu. daha kıştan gelecek yılki zeytin ürününden fazlaca verim alınacağını hesaplamıştı. Bunun üzerine Milet’teki tüm zeytin basacaklarını (preslerini) çok düşük bir fiyata kiralamıştı. Zeytin zamanı geldiğinde ise istediği fiyata bu basacakları kiraya vermiş ve oldukça çok para kazanmıştı.”
 Thales’in amacı, kısa yoldan zengin olmak değildi. O, bir filozofun isterse her şeye sahip olabileceğini göstermek istemiştir. Peki, bu öykü sadece o dönemin insanlarına mı ders olabilir niteliktedir? Şüphesiz günümüz insanlarında da geçerliliğini sürdürmektedir. Thales’in öyküsü bir hatırlatma olsun, bugüne ve bugünün insanlarına. Filozofların tutkuları başka türdendir. Çünkü felsefe ilgilenenler için dipsiz bir kuyu iken, ilgisizler için kuru laf kalabalığından başka bir şey değildir.

 Felsefe, Thales ile başlamış ve halen devam etmektedir. Kimi zaman engellenmeye çalışılsa da, artık felsefe bitti demek mümkün değildir. İnsanoğlu var olduğu sürece felsefe de var olacaktır. Dogmaların hakim olduğu bir toplumda ne ilerleme görülebilir, ne de özgürlük yaşanabilir. Evet, belki Thales ile başladı felsefe ama Thales’ten çok sonra yaşayan Sokrates’in dediği gibi;
"sorgulanmamış yaşam, yaşanmaya değer değildir."



Kaynaklar
Felsefe Tarihine Giriş, Ahmet Cevizci, Paradigma Yayınları
Felsefe Tarihi, Ord. Prof. Ernst Von Asteri, İm Yayınları
Batı Felsefesi Tarihi 1, Bertrand Russel
Felsefenin Arka Merdiveni, Wilhelm Weischedel, İz Yayıncılık
Grek Felsefesi Tarihi, Eduard Zeller, İz Yayıncılık

18 Temmuz 2018 Çarşamba

Liliyar

Bu kuklaların kukla olmadığı besbelli
Ne söyledilerse tıpıtıpına gerçek besbelli
Altın saçlarını yana atışı yok mu Lili'nin
Lili'nin yağdan kıl çekercesine inanışı
Lili'nin yağdan kıl çekercesine yaşayışı yok mu
Kuklalar titremesin ne yapsın
Kuklaların kukla olmadığı besbelli
Lili'nin çekip gideceği besbelli
Lili'nin dönüp geleceği besbelli

Ekmek ha bakkalın olmuş ha Cabaret de Paris'nin
Sen herhangi bir ekmek yiyeceksin işte Lili
Ekmek ne kadar Allah'ınsa Lili de o kadar Allah'ın Lili
Yüzün ruhun kadar aydınlık ya Lili
Gönlün soğuk sular güzel aynalar gibi ya Lili
Anladın ya kutunun içinden çıkan mendil
Olamaz Üstüdar'dan geçeriken bulduğun mendil

-Bizi bırakıp nereye gidiyorsun Lili
Demek bizi bırakıp gidiyorsun Lili
Sen daima güzeller güzelini bulursun Lili
Sen istesen de taş yürekli olamazsın
Sen daima güzeller güzeli olursun Lili
Demek gideceksin arkana dönüp bakmayacaksın
Hangi kuş hangi şafakta ölecek görmeyeceksin
Öyleyse al bu kürkü bu veda kürkünü Lili
Tüyleri şiirler olan bu mahcup kürkü
Sen daima Sultanlar Sultanı olursun Lili
Demek sen gidiyorsun Lili
Bizi öpmeden mi gideceksin Lili

Lili'nin güneşin altında duruşu yok mu
Perdeleri sıyırıp çirkin adamı burnundan yakalayışı yok mu
Eline bavulunu alışı yollara koyuluşu yok mu
Çirkin adamın güzel adam oluşu yok mu
Yaklaşıp onu saçlarından yakalayışı
Uzaklaşıp yollarda yol oluşu yok mu
Lilinin bir tavşan gibi koşuşu
Keklik gibi dönüp bakışı ve yıldırım gibi koşuşu yok mu
Adam da tam o zaman kapıdan çıkmaz mı dışarı
Lili'nin adamın boynuna çocukça ve çılgınca atılışı yok mu

Ben konuşmasını bilmem Lili


Sezai KARAKOÇ






 Sezai Karakoç'un Liliyar şiirinin hikâyesi

Sinemaya kaynaklık eden, ilham veren pek çok edebi eserin olduğunu biliriz. Roman, hikâye ve şiir gibi edebi eserler birçok sinema filmine uyarlanmış ya da esin kaynağı olmuştur. Selvi Boylum Al Yazmalım, Çalı Kuşu, Susuz Yaz, Gulyabani, Hababam Sınıfı, Aşk-ı Memnu, Yaprak Dökümü gibi eserler, sinemaya uyarlandığı bilinen başlıca yapıtlardır. Roman ve hikâye dışında şiirin de Türk sinemasına kaynaklık ettiğini görürüz. Ahmet Muhip Dıranas’ın en çok bilinen şiirlerinden olan ‘’Fahriye Abla’’ şiiri de 1984 yılında Yavuz Turgul tarafından sinemaya uyarlanmıştır.

Edebiyatın sinemaya ilham vermesi, eserlerin sinemaya uyarlanması bilinen bir şey fakat sinemanın edebi eserlere esin kaynağı oluşturması, şiir, hikâye veya roman gibi edebi eserlere kaynaklık etmesi pek de rastlanan bir durum değildir. Ender rastlanan bu durumun en güzel örneklerinden biri de Sezai Karakoç’un ‘’Liliyar’’ adlı şiiridir. 

‘’Bu kuklaların kukla olmadığı besbelli
 Ne söyledilerse tıpıtıpına gerçek besbelli…’’ diye başlayan şiiri. Karakoç’un bu şiirine, 1953 Amerikan yapımı olan, yönetmenliğini Charles Walters’ın yaptığı ve başrollerinde Leslie Caron, Mel Ferrer, Jean Perre Aumont’un oynadığı ‘’Lili’’ adlı film kaynaklık etmiştir. Filmin başkahramanı olan Lili, on altı yaşında temiz kalpli, saf, insanlara sonsuz güveni olan biri. Filmin başkahramanlarından olan Pool’ün tanımıyla ‘’O küçük bir çan gibidir. Nasıl vurursanız vurun o saf bir ses verir.’’ Babasını kaybettikten sonra şehre bir tanıdıklarının yanına çalışmaya gelen Lili, onun da öldüğünü duyunca çaresiz bir şekilde kalacak bir yer ve iş arar. Bu sırada bulunduğu şehirde de bir sirk kurulmuştur. Bu sirkte çalışan sihirbaz Marcus’la tanışır ve onun aracılığıyla burada garson olarak işe başlar. Marcus’un gösterilerini büyük bir hayranlıkla izlemekten görevini yerine getirmeyen Lili’nin, daha ilk akşamdan işine son verilir. Lili bu arada gönlünü de sihirbaz Marcus’a kaptırmıştır. Lili Marcus’u severken sirkte kukla oynatan Pool da Lili’ye âşık olmuştur. Fakat Lili bunun farkında değildir. Pool’u kaba ve sert biri olarak görür. Pool çok iyi bir dansçıyken savaşta sakatlandığı için sirkte kukla oynatmaya mecbur kalır. Bunu bir türlü kabullenemez Pool ve özünde çok iyi biri olmasına rağmen sert mizaçlı, kaba biri olarak tanınır çevresinde.

Lili işten atılınca ortada kalır. Gidecek bir yeri de yoktur. Tüm umutları tükenen Lili intihar etmeye karar verir. Tam o sırada perdenin arkasından havuç kafalı kukla çıkar ve Lili’yi yanına çağırır. Kuklayı oynatan Pool’dür. Lili ile kukla sohbete başlarlar. Bir insanla cansız bir kuklanın konuşmaları sirktekilerin de ilgisini çeker ve Lili’yi tekrar işe alırlar. Her akşam bu gösteri tekrarlanır. İzleyiciler de yoğun ilgi gösterirler bu farklı gösteriye. Lili’nin belki de en çok mutlu eden zamanlar kuklalarıyla konuştuğu anlardır.

Bu arada Lili, Marcus’u içten içe sevmeye devam eder. Marcus’un evli olduğunu duyunca Lili sirki terk etmeye karar verir. Bu arada da yaptıkları gösterimlerle dikkat çeken Pool’a iyi bir iş teklifi de gelir. Fakat Lili olmadan bu işe başlamaları da mümkün değildir. Lili eline bavulunu almış sirki terk etmeye koyulurken, kukla arkadaşı havuç kafa yeniden belirir perde arkasından ve Lili’yi yanına çağırır. ‘’Bize veda etmeden mi gideceksin? Bizi de yanında götür Lili!’’ diye yalvarır kukla arkadaşları birer ikişer. Kukla arkadaşlarından olan tilki, Lili’ye hediye bir kürk almıştır. Borcunu ödemediği taktirde kendi kuyruğunu vereceğine dair anlaşma imzalamıştır. Lili kukla arkadaşlarının kendisine gösterdikleri sevgi ve sadakatten dolayı gözyaşlarını tutamaz. Kuklaların titrediğini fark eder bir ara Lili ve perdeyi kaldırır. Perdenin arkasında kaba ve sert diye tanıdığı Pool’ü görür. ‘’Ona sen nesin? Duygularını kaybeden bir canavar mı?’’ diye bağırır. Sirki terk eden Lili yolda tüm yaşananları düşünür. Çok sevdiği kuklaları oynatan, onları konuşturan Pool’dür. Yolda rüyaya benzer bir şey görür Lili. Kukla arkadaşlarıyla yürürken her birinin Pool’a dönüştüğünü, onunla dans ettiğini görür. O kuklaların aslında Pool olduğunu ve aslında Pool’ü sevdiğini anlar Lili koşarak sirke döner. Kapıda da Pool vardır. Çocukça bir sevinçle Pool’ e sarılır ve film burada biter.


1953 yapımı olan bu filmden etkilenen Sezai Karakoç da 1954’te şiiri ‘’Liliyar’’ı yayımlar. Görüntülerle sunulan ‘’Lili’’ filmi Karakoç’un şiirinde bu sefer kelimelere karşımıza çıkar. Karakoç bu şiirinin adını daha sonraki yıllarda ‘’Lili’’ olarak kısaltır. Masal tadında bir film izlemek ve ardından Türk şiirinin üstatlarından olan Sezai Karakoç’un şiirine bir filmin nasıl ilham kaynağı teşkil ettiğini görmek isteyenlerin önce ‘’Lili’’ filmini izlemelerini ve ardından da Karakoç’un ‘’Liliyar’’ adlı şiirini okumalarını tavsiye ederim.