4 Aralık 2018 Salı

Gözleri Aşka Gülen

Ölürken bile o ahşapların arasında bu şarkıyı mırıldandığını hatırlayacağım. Bungalov evlerinde, Bulgaristan'da, Almanya'da, seni hep hesapsız sevdim şu karanlık gönlümde, hep aklımdasın diyen balıklar var odamda. Şu hayatımda ilk defa bu kadar çok şey yaşadım, unutmak haksızlık olur. Bir kere gelir dedim, geldin. Gitme zamanı geldi gittim, gittin, gittik. Hayatımız bir kez daha kesiştiğinde bizsiz geçen zaman yüzünden bir kez daha kahrolacağımızı biliyorum. Seni bir köprü altında gördüm, çok şey öğrettim, öğrendim. Hayat basit, seni sevmek her şeyin en güzeli, sesinden duyduğum son şarkıyı dinlemek güzel. Sensiz bir şey olmaz da, seninle adem olurum, farklı olurum, değiştiririm bu diyarı. Artık beklemiyorum sonbaharı, güzel şeyleri. İstiyorum ki ölürken, hayat güzel diyebilmeyi. Gözlerin ömrüme bedel güzelim, gençliğime bedel, şu ölüp dirilmelerime bedel. Yaşamama bedel.

3 Aralık 2018 Pazartesi

Agâh Makamı

Dokuz yaşındayım, yıl 1961… Annem benim doğum günüm için pasta yapmış. İlk defa o zaman mum üfleyip bir dilek tuttum. Dileğim de şu; o sıralar Yuri Gagarin uzaya çıkan ilk insan olacak. Ben de dedim ki, ne olur beni de yanına alsın… O kadar inandım ki dileğimin gerçekleşeceğine, bir çanta yapıp beklemeye başladım. Güya Sovyet elçiliğinden gelip alacaklar beni. Ama sağdan soldan duyuyorum onlar komünist diye. Diyorlar ki "aman, komünist onlar". Olsun diyorum, ben de komünist olurum. O sıralarda, bizim giriş katında üniversite öğrencileri oturuyor. Annem onlara da komünist diyor. Biliyorum onlar bizim kömürlükte kitap saklıyor. Ben gittim, yürüttüm bir tane. Nazım Hikmet’in şiirleri. En kısasını buldum ezberledim. Dedim ki şimdi Ruslar gelirse, ben bu şiiri okurum onlara. Onlar da der ki tamam bu da bizden, götürürler beni. Neyse… Tarih 12 Nisan. Uzay mekiği fırlatılacak, vostok 1 ama hala gelen giden yok. ben diyorum unuttular herhalde beni. mekik fırlatıldı, herkes dua ediyor, mekik atmosferi geçsin, uzaya çıksın diye. Bir ben diyorum ki yarı yolda dursun dönsün beni alsın. Belki bir de Amerikalılar, Vostok’un uzaya çıkmaması için dua ediyordu. Neyse… Bütün gün radyonun başında içimden o şiiri okudum: 

 Başım köpük köpük bulut, içim dışım deniz, 
 Ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkı’nda, 
 Budak budak, şerham şerham ihtiyar bir ceviz. 
 Ne sen bunun farkındasın, ne polis farkında. 

Ne zaman bu şiiri okusam uzaya gitmiş kadar olurum. 65 yaşıma geldim. Geçen doğum günümde yine bir dilek tuttum, çocuk gibi. Yine imkansız bir dilek tabi. Ne diledim biliyor musunuz? İyi bir insan olmayı.



Şahsiyet

25 Ekim 2018 Perşembe

Bekleme Salonu

Elimde fotoğraf makinemle, çoğunlukla doğada, nadiren şehrin cafeleri bol caddelerinde muazzam fotoğraflar çekmek istiyorum.

Dev bir ekran ve üst düzey bir gaming bilgisayar alıp saatlerce bilgisayar oyunu oynamak istiyorum.

Minik bir saksı içinde adını bilmediğim tatlı bir çiçek yetiştirmek istiyorum.

İskandinav ülkelerinin birinde, sivri çatılı bir eve yerleşip herkesten ve her şeyden uzaklaşmak istiyorum.

Tüm yaşanmışlıkları geride bırakıp gitmek ve bir daha geri dönmemek istiyorum.

Müzik ve film koleksiyonumu yanıma alıp, bir dağ evinde karlı kış akşamlarında şömine kenarına uzanıp film izlemek, gramofonumu seyretmek ve klasik müzik eşliğinde kitap okumak istiyorum.

Kocaman bir kütüphane yaratmak ve otantik ışıklar eşliğinde tütsü kokusuna doyabileceğim bir odada vakit geçirmek istiyorum.

Orta Doğu’dan uzaklaşmak ve aylarca seyahat etmek, kuzeye gitmek istiyorum.

Başka bir hayat istiyorum.

Hâlâ

“Sen hâlâ kalbimin en güzel odasındasın. 
Bütün gün sana kızıp küssem bile, 
 gece uyurken üstünü örtüyorum.”

16 Ekim 2018 Salı

Bir insan Olarak E = mc²

Kültürsüzlüğü sen de artık sevmiyorsun, değil mi? Bir kez özgürlüğün tadını alan bir daha zincir takamaz. Seni bulduğum için çok şanslıyım, benim eşitim, benim kadar güçlü ve bağımsız biri! Senden başka herkesin yanında kendimi yalnız hissediyorum.
Öpücüklerimle…

Albert’in
Ailene en iyi dileklerimi sunarım!

Yukarıdaki satırlar 3 Ekim 1900 tarihinde Albert Einstein tarafından sevgilisi Mileva’ya, Milano’dan yazılan bir mektuptan alınmıştır. Albert Einstein 20.yüzyılda çığır açan teorilere imza atmış bir dehadır ama zekâyı ve bilimi kutsayan zihniyet yıllarca “insan” olan Einstein’dan habersiz yaşamıştır. Ta ki 1986’da torunu tarafından mektupları gün yüzüne çıkarılana dek…

Albert Einstein 1905 yılında henüz 26 yaşındayken, fiziğin üç farklı alanına yaptığı üç temel katkının yayımlanması ile bilim tarihinde çığır açtı. Bir yıl içerisinde, fizik dünyasında kabul edilmiş görüşleri sonsuza dek değiştirecek modern kuantum kuramını geliştirdi. İsviçre Patent Ofisi’nde sıradan bir memurken bilim dünyasına yaptığı bu katkıdan sadece birkaç hafta sonra Browncu hareketin açıklamasını yayımladı ve bunlardan sadece bir ay sonra Özel Görelilik Kuramını sundu. Bu kuramlar o kadar kıymetlidir ki etkileri dikkate alınmadan günümüzün entelektüel kültürünün bütünüyle anlaşılması mümkün değildir. Peki, biz Albert Einstein’ın “çocukluğumun cesedi” olarak adlandırdığı hayatı hakkında ne biliyoruz? Tarihimizin bu önemli simasının hayatı biyografi yazarlarını, bilim tarihçilerini ilgilendirdiği için tüm ayrıntılarıyla birçok kaynak kitapta mevcut ama bilim adamı olmasının dışında “herhangi bir insan” olarak Albert Einstein kimdi? 

ARKADAŞLIKTAN AŞKA

1986’da Einstein’ın torunu Evelyn Einstein tarafından ortaya çıkarılan, Einstein’ın ilk eşi Mileva Maric’e yazdığı mektuplar işte bu sorunun cevabını büyük oranda yanıtlayacak belgeler olarak görünüyor. Mektupların yazılmaya başladığı sene olan 1897’de Einstein on sekiz yaşında ve İsviçre Federal Politeknik’teki öğrenciliğinin ikinci yılındadır. Sınıfının tek kız öğrencisi ve kendisinden üç yaş büyük, Sırp asıllı Mileva Maric ile arkadaştır. Mektuplarından anlaşıldığı kadarıyla aralarında fikri bir paylaşım vardır ve bu fikri alışveriş, hayranlıkla başlayan bir aşka doğru evrilmiştir. Bu mektupların kapsadığı sekiz yıllık dönemde Einstein ve Maric, Dostoyevski’nin “küçük insan”ının dramını yaşayan simalara benzerler. Nedense bu mektuplardaki çaresiz tavır İnsancıklar’ ı anımsatır okuyanlara: Einstein sürekli bir iş bulamamaktan yakınır, Maric evlilik dışı hamile kalır, Einstein’ın annesi ve babası bu evliliğe razı değildir, evlenseler bile nasıl geçineceklerdir, paraları olsa bisiklete binip gezeceklerdir vs…

Bu mektuplar aynı zamanda kadın bilim insanlarının, hayat şartları içinde nasıl yok olup gittiklerinin de belgesi gibidir. Einstein birçok farklı işte çalışmıştır ve bu durum onun entelektüel gelişimine zarar vermemiştir. Einstein “küçük insan”dan büyük ve önemli bir bilim adamına dönüşmüş ve “bu dünyadan bir Einstein geçti” dedirtmeyi başarmıştır. Mileva’nın hayatı ise trajik bir biçimde devam eder.

Mileva 1896’da, yaklaşık yirmi bir yaşındayken Einstein’la aynı sınıftadır. O yıl Matematik ve Fen Bilimleri öğretmenliğine başlayan tek kadındır. Einstein’a yazdığı ilk mektuplarda büyük ölçüde özgüven ve bağımsızlık, çalışma disiplini, cesaret ve bilime duyulan büyük bir heyecan vardır. İlk mektuplardaki bu tavır ilerleyen mektuplarda kendisini kaderci bir havaya teslim eder. Mileva, 1901’de öğretmenlik sertifikasını almak için ikinci kez okula başvurur ve başarısız olur. Bu başvuruyu yaptığında üç aylık hamiledir ve altı ay sonra da Einstein’dan bir kız çocuk dünyaya getirir. Gelecekte kuracağı aileyle ilgili endişeleri, Einstein’ın iş aramada yaşadığı iniş çıkışlar, onun mesleki arzularını da ciddi bir biçimde gölgelemiştir. Sonunda o sıralarda sürekli bir gelirleri olmadığı için Lieserl diye adlandırdıkları bebeklerini evlatlık vermeye razı olur, evlendikten sonra iki çocuk daha doğurmayı kabullenir. Mektupların tamamına bakıldığında da Mileva’nın ilk olarak beş yıl önce Zürih’te flört etmeye başladığı Albert’in zihinsel ve duygusal açıdan “eşi” olmaktan çıktığını görürüz. Kitaptaki 21’inci mektupta Einstein’ın Maric’e yazdığı şu satırlar da ironiktir: “…Yeni makalelerimiz üzerinde çalışmayı da dört gözle bekliyorum. Araştırmalarına devam etmelisin, ben tamamen sıradan biri olarak kalırken minik bir doktoralı sevgilimin olması beni nasıl da gururlandıracak!

BİLİM DIŞINDAKİ FİKİRLER

Bu kadar sıkıntı ve zorluğu aştıktan sonra kurdukları ortak hayat da uzun sürmeyecek ve ayrılacaklardır. Einstein yükselecek, Maric ise kaybolup gidecektir. Alfa Yayınları’nın bilim kitapları serisinden Nursel Yıldız çevirisiyle dilimize kazandırdığı Albert Einstein & Mileva Maric Aşk Mektupları 20. yüzyıl düşünce yapısını anlamak, Einstein’ı var eden motivasyonları görmek, entelektüel bir aşkın arka planını bir roman gibi okumak adına keyifli ve önemli bir çalışma olarak sunulmuş. Bu kitaptan sonra Einstein’ın bilim dışındaki fikirleri sizde daha da merak uyandırırsa Son Yıllarım okunacaklar arasına alınabilir. 
Son Yıllarım da yeni bir çalışma olarak Kırmızı Kedi yayınlarından Ferhat İyidoğan çevirisiyle yayımlandı. Albert Einstein’ın birçok farklı konudaki görüşlerini içeren yazılarının yer aldığı eser, sosyalizmden askerlik görevine, zencilerin sıkıntılarından Yahudilerinkine kadar birçok farklı konuda Einstein’ın görüşlerini ve bunun yanı sıra akademisyenlerin de yararlanabileceği bilimsel tartışmaları barındırıyor.

Schopenhauer’ın “yalnız aydın” portresinin yansımasını Mileva ile mektuplarında gördüğümüz Einstein, Son Yıllarım’da “Kendi portremadını verdiği kısa sunuşta; Acı ve tatlı dışarıdan, zorluk ise içeriden, insanın kendi çabasından kaynaklanır” diyor ve devam ediyor: “Genellikle kendi doğamın benden yapmamı istediği şeyi yaparım. Bunun için böylesine sevgi ve saygıyı hak etmek mahcup edici bir duygu. Nefret oklarının da hedefi oldum; ancak bu oklar hiçbir zaman bana isabet etmedi, çünkü bu oklar ne şekilde olursa olsun hiçbir bağlantımın olmadığı başka bir dünyaya aitti. Gençken ıstırap veren, ama olgunluk yıllarında tadına doyulmaz bir yalnızlık içinde yaşıyorum.” Yalnızlığında yaptığı bir hayat muhasebesi olan Son Yıllarım, bizim kafa yorduğumuz sıkıntılara bir dehanın nasıl baktığını göstermesiyle de önemli.




Einstein’dan Maric’e
Zürih, 16 Şubat 1898 
Size yazma arzum, uzun zamandır mektubunuzu yanıtlayamadığım için hissettiğim ve eleştiren bakışlarınızdan kaçınmama neden olan suçluluğunu sonunda yendi. Fakat simdi, bana kızmakta haklı olsanız da çürük bahaneler arkasına sığınarak daha büyük suç islemediğim ve dosdoğru bağışlanmak ve en kısa zamanda bir cevap istediğim için biraz olsun hakkımı vermelisiniz. Öğrenime devam etmek için buraya dönmek istemeniz beni mutlu etti. Çabuk gelin; kararınızdan pişman olmayacağınızı biliyorum. En önemli çalışmalarımıza en kısa zamanda yetişebileceğinizden eminim...
Kısa ya da uzun süreliğine Bächtolds’da yeniden oda bulmada sorun yaşayacağınızı sanmıyorum. Zaten henüz kiraya vermedikleri bir odaları olduğu kesin. Ve tabii ki Zürihli bir cahilin şimdi işgal ettiği eski güzel odanızdan vazgeçmek zorunda kalacaksınız... Bu da size müstahak, sizi küçük kaçak sizi!

Artık kitaplara dönme zamanı. En iyi dileklerimle... 

9 Ekim 2018 Salı

Alıntılarla

İnsan en çok sabahları arar sevdiği kadını.”(1)
diyor birisi, katılıyorum o sabahlara.
Öğleler kaba yaşanır, kalındır
Akşamüstleri ince hüzünlü
Çiçekler alınıp verilebilir.
Sabahtır yalnızlık
Nasıl sabah nasıl yalnızlık
Ve şiirsel hiçbir yanı yok sanılır
Var mıdır, vardır
Vardır, ama çiçeklerle değil
Kendi başına
Zımpara taşı gibi acımasız.

Ne aklıma gelse bir bakıyorum unutmuşum
Tren penceresinden bir tarla
Eskiyip atılmış bir gömlek- hiç unutmam.

Hiç unutmam, hiç unutmam, hiç unutmam”(2)
Diyor birisi, yineliyorum:
Hiç unutmam, hiç unutmam, hiç unutmam.
Çünkü hiç unutmam, hiç unutmam, hiç unutmayın.
İnsan nasıl direnir başka
“Hiç unutma.”

Bir zamanlar Kars’ta bir otel odasında
Bir gezgin kokucunun bana verdiği
Bir alüminyum şişeyi unutmuyorum.

Ölümü geciktirmek sonsuzluğu kısaltmaz.”(3)
Diyor birisi, evet ama
Hayatı uzatır sanki.

Sanki ama ne adına
-Hayatın kendisi adına
Sonsuz bir törenle susuyorum
Sonsuz dirim için, o sonsuz adama.

Sonra duyguya, ele benzer şeyler giriyor hayatıma.
El midir, duygu mudur?
Evet bazı kişiler kararsız ama
Benim seçmediğim sanılır hayatımda.

El altından el ilanı dağıtıyor.”(4)
Birisi, almıyorum Allah aşkına
Alamam, neden alamam
Biliyorum hiçbir şey yapamam tek başıma,
Biliyorum beni kendi başıma sana birisi
Durmadan hata yapıyor
Serçeye, kumruya, öküze sormadan.

İnsanın kendi seçtiği toprak
-Doğrusu, toprağın kendi seçtiği insan-
Dirimin geleceğini doğruluyor durmadan.

Her şeyden biraz kalır.”(5)
Diyor birileri, çoğulluk haklılıktır
Kavanozda biraz kahve
Kutuda biraz ekmek
İnsanda biraz acı
İnsanda biraz mutluluk
Ama en geçerli söz
(1) numaranın söylediğidir
Türkiye’de ve Dünya’da.


(1) John Gordon Davies
(2) Metin Eloğlu
(3) Lucretius
(4) Turgut Uyar
(5) Bir İtalyan atasözü


Turgut Uyar / Kayayı Delen İncir kitabı'ndan "Alıntılarla" şiiri

24 Eylül 2018 Pazartesi

25 Eylül

Bu kalbi gerekirse parçalar elim!

Sakınmış beni, belki bir ağaç belki bir kedi.
Vefa servetim dedim, sevda ailedir denir.
Dört yanım ihanet, dört yanım yalan
Geçmemiş bu yaz, gelmemiş sonbahar.

Ellerim pas bak, ellerim diken!
Ellerin yas, göğe açılmış ellerin, niye?
Kaçınılmazı görmeyeyim diye, bu hülya gözüme perdeyi çeker,
Ama bilmiyor ödenmiş bedel.

Güneş yarına gebe.

Yiter gerçekliği her gecede,
Şüphe hükmünü sağlar.


Ah! Görmüyor onlar!

Bilmiyorlar çiçek koklamayı,
Bilmiyorlar neden kaçtığımı,
Bilmiyor kavgayı, bilmiyor aşkı!
Her şeye inat bitmiyor şarkım,
Kimse duymuyor alkış.

Değişir her şeyin, kimliğin yiter
Devrilir duvarlar, ismini siler.

Bir şehir sanki karşında, hatıraların arkanda, kıstırıyorlar seni sokakta, öldün her köşebaşında.
İsmin her yıkık duvarda, ağlatıp kaldırımlarda, kandırıyorlar seni masalla.




- Anıl Acar (GazapiZMiR)

16 Eylül 2018 Pazar

Hercai Menekşesi

"Bundan tam 4 yıl önce, üniversitede ilk yılımdı. Yeni gelmiş olmama rağmen, yaptığım organizasyonlarla ve müzikle uğraştığım için okulun çoğunluğu beni tanıyordu. 'Zayi' veya 'Burak' dendiğinde, direk tanırdı insanlar. Yine soğuk akşamlardan birinde, eve dönerken okulun önünde bir kız takıldı gözlerime. Kumral, kendine aşık eden koyu kahverengi, iri gözleri, uğruna şiirler yazılacak dudakları... Yavruağzı bir bluz vardı üzerinde. Uzun saçları beline ulaşmaya çalışıyordu. Öyle bir bakışı vardı ki boşluğa doğru, bir şeyler arıyordu sanki, içinde.. kaybettiği bir şeyleri arıyordu. Arkadaşıma dönüp "Kim lan bu?" diye sordum heyecanla. "Boşa uğraşma Burak, o kız bakmaz sana. Okulun en popüler hatunu, daha yazmaya cesaret edeni görmedim." dedi. Açıkçası baya moralim bozulmuştu. Eve geçtim, hiç aramadım kızı. Yattım yatağıma, gözlerini, saçlarını, dudaklarını hayal ettim. O kadar güzeldi ki. Saf bir güzelliği vardı. Ne yapıp edip tanışmam gerekiyordu. Günlerce akşam dışarı çıkıp, otobüs durağındaki bekleyişini seyrettim uzaktan. Satırlarca söz yazdım onun için, yazıp yazıp yaktım sözleri. Kelimeler yetmiyordu anlatmaya, güzelliğini, hislerimi tarif etmeye uygun ne bir kelime bulabilmiştim ne cümle. 37 gün boyunca o durakta otobüs bekleyişini seyrettim. Ve işin ilginç tarafı geçen 37 gün boyunca bir defa bile internetten açıp kızı bulmaya çalışmadım, sadece seyrettim. Çünkü biliyordum ki o duraktaki bekleyişini, hiçbir yerde göremezdim bir daha. Aynı filmi art arda 37 defa seyretmek gibi bir şeydi bu. 38. günün sabahında, daha fazla dayanamayacağımı farkettim. Konuşacaktım onunla, direk açılmasam da tanışacaktım. Akşam çıkmadan önce en güvendiğim kıyafetlerimi giydim, Camel White paketini cebime koymadan önce bir tane sigarayı yaktım ve çıktım evden. Durağın karşısında durdum, o geldi, attım sigarayı ve ufak adımlarla durağa doğru yaklaştım. Her adımda ayaklarım titriyordu. Derin bir nefes aldım yanına geldiğimde. "Merhaba." deyip, gülümsedim. Kulaklığının tekini çıkardı, "Merhaba." dedi,beraberinde küçük bir tebessümle. Bana ilk gülüşü... Unutulmaz. Durakta sadece ikimiz vardık. "Burak ben, senin için de sakıncası yoksa, tanışmak istiyorum. Bilmem dikkatini çekti mi ama, tam 37 gündür her akşam bu saatte, şu karşıdaki duvarda seni izlerken bir sigara içip, otobüse bindiğinde gidiyorum." dedim. Gözlerimi kısıp, yüzünü, vücudunu inceledim. Mükemmelliğin sembolüydü. Tekrar gülümsedi, "Farkındayım." dedi. "İlk günlerde sapığın teki olduğunu düşünmüştüm ama bir süre sonra bakışlarına dikkat ettim, çok farklı bakıyordun." 1-2 saat sohbet ettik o durakta. Bir akşam evine otobüsle gitmek yerine benimle sohbet etmeyi tercih etti, saat 00.24'ü gösteriyordu. "Kalkalım." dedi, evine bıraktım. Elini sıktım, "Sonra görüşürüz." dedim, "Görüşürüz." dedi. Ben yine her akşam o durağa gittim, sohbet ettik, otobüse binmedik, evine bıraktım. tam 12 gün boyunca, aynı senaryoyu tekrarladık. Bir akşam, yemeğe çıkalım dedim. Kabul etti. Özenle hazırlandım ve çıktım evden, durakta buluşalım dedik. Ayakkabı seslerinden tanıdım, kafamı çevirir çevirmez, ilk gördüğüm gibi heyecanlandım. Masmavi bir elbise, beline kadar uzanmış düz saçlar, yüzünde çok hafif bir makyaj ve içime işleyen o koyu kahve iri gözleri. Uğruna şiirler yazılası kadın... Koluma girdi, yavaş yavaş yürüyerek sahil kenarında bir cafeye geçtik. Yemeklerden sonra, 2 çay alıp sahildeki banklardan birine oturduk. Tek şekerli içerdi çayını, deliler gibi kitap okur, slow müziklerden hoşlanırdı. İlk defa orda konuştuk, müzik yaptığım hakkında, birbirimiz hakkında. Sırtında Fransızca bir dövme vardı, anlamını sordum, biraz zaman geçsin söylerim dedi. Ama araştırmak yok, söz ver dedi. "Söz." dedim. Kokusu, kendine hastı. Daha önce hiç böyle bir parfüm görmemiştim. Tıpkı bebek gibiydi. Slim Monte Carlo içiyordu, dolgun dudaklarının arasında için çekişi hala gözlerimin önünde. Birlikte o kadar çok vakit geçirdik ki, yeri geldi deliler gibi eğlendik, sarhoş olduk,yeri geldi beraber ağladık, aynı evde, aynı yatakta yattık. Dokunmaya kıyamazdım asla. İçimde ona karşı hiç kötü niyet yoktu, sadece seviyordum. Sadece. Temiz, adam gibi seviyordum onu. Sevgili gibiydik ama adımız yoktu. Astronomiye çok önem verirdi. Kova burcuydu. Uğurlu çiçeği Hercai Menekşesi'ydi. Takıntılıydı burçlara. Bir akşam saat 10 gibi beni aradı. "Canım, 1 haftalığına ailemin yanına gidiyorum haftaya buradayım, kendine dikkat, öpüyorum seni." dedi. "Kendine dikkat et." dedim, kapattık telefonu. 1 hafta onsuz ne yapacaktım ? Günler geçmek bilmiyordu. Geleceği günün sabahında, telefonumun sesiyle uyandım. O arıyordu, heyecanla açtım telefonu "Günaydın hanımefendi." dedim. Titreyen bir sesle "Seni seviyorum." dedi ve telefonu kapattı. Ardarda aramama rağmen açılmadı telefonlarım. Bir arkadaşından babasının telefon numarasını aldım ve aradım. "Alo, iyi günler ben Burak, kızınızın arkadaşıyım. Görüşebilir miyim?" dedim. Ağlayarak cevap verdi babası, "Başımı sağolsun oğlum." Telefonu elimden düşürdüm. Her zaman onun beklediği durakta, bu defa ben bekliyordum. Asla gelmeyecek bir otobüsü. Karşımdaki duvara dalmış gözlerimden akan yaşlarla şu cümleleri fısıldadım kendi kendime: "Tırnaklarının ucunda nemli bir slim Monte Carlo olsun, dudağında Chivas sarhoşluğu." O gece yazdım Hercai Menekşesi'nin sözlerini, her cümlesinde onu, geçirdiğimiz vakitleri anlattım. Sırtındaki dövmede de, ne yazdığını hala bilmiyorum. Zamanı gelince söyleceğim dedi, zamanı gelince söyleyecektir. İnanıyorum."

- Zayi

30 Temmuz 2018 Pazartesi

Ay Güneşten Daha Güzel

Nem néztünk vissza, s már külön utakon jártunk.
(Geriye bakmadık, ve zaten farklı yollarda yürüyorduk.)

Csend lett, s újra elbújt a hold.
(Bir sessizlik oldu, ve ay saklandı yine.)

Sami maradt: ezernyi, megválaszolatlan kérdés.
(Ve geriye tek bir şey kaldı: binlerce cevapsız soru.)

Vajon ki fogja eloször meglátni a holdat?
(Ayı ilk kim görecek?)

Ki fogja megvalósítani félbehagyott álmomat?
(Kırık düşlerimi kim fark edecek?)







#CevapsızSorular

22 Temmuz 2018 Pazar

Her Şeyin Başı Su

Bazı insanlar aile kurmaya önem verirler, yani buna değer verirler; bazılarıysa başka birtakım şeylere değer verirler, bunlara değer verirken niye değer verdiğini düşünmez birey, toplumun içinde erimiş olan birey. Toplum koleje girmeyi bir değer olarak sunduğu için artık o kişiliğini yok sayma halidir, koleje girmek için yarışır, üniversiteye girmek için yarışır, iyi bir işe girmek için yarışır, güzel bir kadınla evlenmek için yarışır... Devamlı bir yarış ve kazanma zorunluluğu...
-- Aslında kazanmak nedir ki? En büyük zaferi kazandığında bir Antonious olduğunu düşün; Paris'e geldiğini ve o takın altında olduğunu ve bütün insanların senin altında olduğunu düşün ve gücün en üstünde olduğunu... Yalnız kaldığın o anda "n'oldu be, şimdi n'olacak?" diyorsan kaybedensin sen, kaybetmişsin. Yani o anda en büyük zaferin içinde kaybetmişsin.
-- Peki bunun farkında olmak; yaşlı bir kızılderilinin dediği gibi, "hayatın bize sunamadıklarını mı sunar" yoksa bir radyo dinleyicisinin dediği gibi "sanat diğer tüm şeyler gibi seks için midir?". Yaşlı bir kızılderili ne kadar yanılabilir?
-- Bazen yanılabilir.
-- Bazen susar.
-- Bazen konuşmak ister.
-- Bazen dinlemek ister.
-- Bazen yalnız kalmak ister.
-- Bazen arkadaş ister.
-- Bazen gitmek ister.
-- Gider bazen,
-- Bazen gidemez.
-- Bazen hiç gidememekten korkar.
-- Bazıları sonsuz neşeye doğar,
-- Bazıları sonsuz geceye.
-- Bazen ölürsün.
-- Bazen ölemezsin, bazen bütün koşullar uygunken bile ölemezsin.
-- Bazen kendinden uzaklaşmak ister insan.
-- Bazen gidersin, sırf dönebilmek için.
-- Bazen ağlarsın bayağı.
-- Bazen ağlayamıyorsun bayağı bayağı... Bazen içiyorsun, bazen çok ama çok fazla içmek istiyorsun da bazen sen zaten içmeye gidiyorsun; bazen Acıbadem'den bir taksiye biniyorsun "Kadıköy'e" diyorsun; bazen yüzüne bile bakmıyor.
-- Bazen bir kadın geliyor, oturuyor karşına ve ağlıyor.
-- Kadınlar hep ağlıyor.
-- Bazen bir kadın sana, "en çok korktuğum şey bir kadının gözyaşıdır" diyor kendi adına, "eğer çok sevdiysen" diyor, "eğer çok sevdiysen", oysa bilmiyor ki sevmek de bir ana ait.
-- Her şeyin başı su.
-- Felsefenin de.
 


"Her şeyin kaynağı su'dur."

 İşte Thales’in felsefesini özetleyen cümleydi bu. Aynı zamanda felsefenin de doğuşunu simgeleyen bir yargı da diyebiliriz.

 Grek’lerin Anadolu’da var olan, aynı zamanda büyük bir ticaret kenti olan Milet’te doğar Thales. M.Ö. 6. yy’da yaşadığı ve o güne kadar ilk felsefe yapan kişi olduğu söylenir. Dönemin şartlarından dolayı, Thales’i anlayabileceğimiz ya da hayat öyküsünü doğrudan öğrenebileceğimiz çok fazla kaynak bulunmamaktadır. Bu konuda Aritoteles’in yorumları kaynaklık edecektir bize.

 Felsefenin tarihi araştırılırken, Thales başlangıç kabul edilir. Peki, Thales’i felsefeye yönlendiren neydi? Neden başka biri değil de Thales ilk filozof oldu?

 Aristoteles; "bilim ve felsefe, dış ihtiyaç bir dereceye kadar tatmin edildiğinde ve insanların başka uğraşlar için boş zamanı kaldığında başlayabilmiş olmalıdır” der. Evet; felsefe, zaman ayrılması gereken bir uğraştır. Düşünme eylemidir felsefe. Hayati ihtiyaçlarını tamamlayamayan, günü kurtarmaya çalışan kişiler evreni sorgulamaya gereksinim duymazlar şüphesiz. Çünkü bu düşünme eylemine ayıracak zamanları yoktur. O halde felsefenin, zengin bir ticaret kenti olan Milet’te doğması tesadüf olarak görülmemelidir.

 Thales, Mısır’da da bulunmuştur. Oradaki yaşamın Nil nehri taşkınlarına göre şekillenmesi, Thales’in merakının uyanmasını sağlar. Kendisi de zaten bir sahil kenti olan Miletli’dir. Gittiği her yerde suyun hayata bu denli etkisi dikkatini çeker. Artık Thales’i meşgul eden soru ortaya çıkmıştı. “evrenin ana maddesi nedir?” Gerçekten de evrenin ana maddesi neydi?

Thales’in bu konuda kendine ait tamamen teorik düşünceleri vardır.
Bu görüşler evrenin bir başlangıcı olması yönündeydi. Yani “hiçten hiçbir şey meydana gelmez” kuramına dayanır. Bu başlangıç daha sonraki değişim ve dönüşümlerde, özde aynı kalan temel bir ilke olarak yer alır. Her şeyin özünde olan bu temel ilke, "su"dur.

 Önceleri başlangıç anlamına gelen "arkhe", günümüzde "ilke" anlamına gelir. O günden bu güne kadar olan süreçte arkhe birçok filozof tarafından araştırma ve tartışma konusu olarak ele alınmıştır. Daha sonra varlığın oluşumuna dair farklı görüşler ortaya çıkmıştır. Bir sınıflama yapmamız gerekirse de Thales’e materyalist demek yanlış olmaz.

 Su her şeyin hayat bulduğu bir tin gibidir. Nasıl bir insan nefes almadan yaşayamazsa, tüm varlıklar için su aynı derece önemlidir. Yeryüzünün suyun üzerinde tıpkı bir tahta parçası gibi yüzdüğünü iddia eder Thales. Maddenin karşısına sudan başka konabilecek bir şey yoktur. Madde canlıdır ve nasıl bir canlı hareket edip yer değiştirebilirse, canlı olan arkhe de hareket edip yer değiştirebilir. Su canlı ise, her canlı diğer canlıları kendinden yarattığı gibi su da diğer varlıkların yaratıcısıdır.

 Dikkat edilmesi gereken bir şey var ki bu da; Thales’in bu düşüncelerini sağlayan gözlemlerini "doğa"dan çıkarmasıdır. Varlığı anlamak için yine ona bakmamızın yeterli olduğu düşüncesindedir.

 Thales, sadece arkhe ile ilgilenmemiştir. Pratik konularla uğraşmış, astronomiye ve matematiğe de merak salmıştır. Bir güneş tutulmasının tarihini önceden hesaplamayı başarmıştır. Grek felsefesine başlangıç tarihi eklemek istersek bu tarih, o güneş tutulmasıyla aynı olacaktır. Yani 28 mayıs, M.Ö. 585.

 Thales bilim ve felsefe ile ilgilenirken, çevresindeki insanlar onu eleştirmekten geri kalmıyorlardı. En çok söylenen ise, felsefenin maddi bir geliri olmadığı ve gereksiz bir uğraş olduğu yönündeydi. Thales bu eleştirilere güzel bir yanıt vermiştir. Anlatılan öyküye göre;
"Thales yıldızları çok iyi biliyor ve araştırmalar yapıyordu. daha kıştan gelecek yılki zeytin ürününden fazlaca verim alınacağını hesaplamıştı. Bunun üzerine Milet’teki tüm zeytin basacaklarını (preslerini) çok düşük bir fiyata kiralamıştı. Zeytin zamanı geldiğinde ise istediği fiyata bu basacakları kiraya vermiş ve oldukça çok para kazanmıştı.”
 Thales’in amacı, kısa yoldan zengin olmak değildi. O, bir filozofun isterse her şeye sahip olabileceğini göstermek istemiştir. Peki, bu öykü sadece o dönemin insanlarına mı ders olabilir niteliktedir? Şüphesiz günümüz insanlarında da geçerliliğini sürdürmektedir. Thales’in öyküsü bir hatırlatma olsun, bugüne ve bugünün insanlarına. Filozofların tutkuları başka türdendir. Çünkü felsefe ilgilenenler için dipsiz bir kuyu iken, ilgisizler için kuru laf kalabalığından başka bir şey değildir.

 Felsefe, Thales ile başlamış ve halen devam etmektedir. Kimi zaman engellenmeye çalışılsa da, artık felsefe bitti demek mümkün değildir. İnsanoğlu var olduğu sürece felsefe de var olacaktır. Dogmaların hakim olduğu bir toplumda ne ilerleme görülebilir, ne de özgürlük yaşanabilir. Evet, belki Thales ile başladı felsefe ama Thales’ten çok sonra yaşayan Sokrates’in dediği gibi;
"sorgulanmamış yaşam, yaşanmaya değer değildir."



Kaynaklar
Felsefe Tarihine Giriş, Ahmet Cevizci, Paradigma Yayınları
Felsefe Tarihi, Ord. Prof. Ernst Von Asteri, İm Yayınları
Batı Felsefesi Tarihi 1, Bertrand Russel
Felsefenin Arka Merdiveni, Wilhelm Weischedel, İz Yayıncılık
Grek Felsefesi Tarihi, Eduard Zeller, İz Yayıncılık

18 Temmuz 2018 Çarşamba

Liliyar

Bu kuklaların kukla olmadığı besbelli
Ne söyledilerse tıpıtıpına gerçek besbelli
Altın saçlarını yana atışı yok mu Lili'nin
Lili'nin yağdan kıl çekercesine inanışı
Lili'nin yağdan kıl çekercesine yaşayışı yok mu
Kuklalar titremesin ne yapsın
Kuklaların kukla olmadığı besbelli
Lili'nin çekip gideceği besbelli
Lili'nin dönüp geleceği besbelli

Ekmek ha bakkalın olmuş ha Cabaret de Paris'nin
Sen herhangi bir ekmek yiyeceksin işte Lili
Ekmek ne kadar Allah'ınsa Lili de o kadar Allah'ın Lili
Yüzün ruhun kadar aydınlık ya Lili
Gönlün soğuk sular güzel aynalar gibi ya Lili
Anladın ya kutunun içinden çıkan mendil
Olamaz Üstüdar'dan geçeriken bulduğun mendil

-Bizi bırakıp nereye gidiyorsun Lili
Demek bizi bırakıp gidiyorsun Lili
Sen daima güzeller güzelini bulursun Lili
Sen istesen de taş yürekli olamazsın
Sen daima güzeller güzeli olursun Lili
Demek gideceksin arkana dönüp bakmayacaksın
Hangi kuş hangi şafakta ölecek görmeyeceksin
Öyleyse al bu kürkü bu veda kürkünü Lili
Tüyleri şiirler olan bu mahcup kürkü
Sen daima Sultanlar Sultanı olursun Lili
Demek sen gidiyorsun Lili
Bizi öpmeden mi gideceksin Lili

Lili'nin güneşin altında duruşu yok mu
Perdeleri sıyırıp çirkin adamı burnundan yakalayışı yok mu
Eline bavulunu alışı yollara koyuluşu yok mu
Çirkin adamın güzel adam oluşu yok mu
Yaklaşıp onu saçlarından yakalayışı
Uzaklaşıp yollarda yol oluşu yok mu
Lilinin bir tavşan gibi koşuşu
Keklik gibi dönüp bakışı ve yıldırım gibi koşuşu yok mu
Adam da tam o zaman kapıdan çıkmaz mı dışarı
Lili'nin adamın boynuna çocukça ve çılgınca atılışı yok mu

Ben konuşmasını bilmem Lili


Sezai KARAKOÇ






 Sezai Karakoç'un Liliyar şiirinin hikâyesi

Sinemaya kaynaklık eden, ilham veren pek çok edebi eserin olduğunu biliriz. Roman, hikâye ve şiir gibi edebi eserler birçok sinema filmine uyarlanmış ya da esin kaynağı olmuştur. Selvi Boylum Al Yazmalım, Çalı Kuşu, Susuz Yaz, Gulyabani, Hababam Sınıfı, Aşk-ı Memnu, Yaprak Dökümü gibi eserler, sinemaya uyarlandığı bilinen başlıca yapıtlardır. Roman ve hikâye dışında şiirin de Türk sinemasına kaynaklık ettiğini görürüz. Ahmet Muhip Dıranas’ın en çok bilinen şiirlerinden olan ‘’Fahriye Abla’’ şiiri de 1984 yılında Yavuz Turgul tarafından sinemaya uyarlanmıştır.

Edebiyatın sinemaya ilham vermesi, eserlerin sinemaya uyarlanması bilinen bir şey fakat sinemanın edebi eserlere esin kaynağı oluşturması, şiir, hikâye veya roman gibi edebi eserlere kaynaklık etmesi pek de rastlanan bir durum değildir. Ender rastlanan bu durumun en güzel örneklerinden biri de Sezai Karakoç’un ‘’Liliyar’’ adlı şiiridir. 

‘’Bu kuklaların kukla olmadığı besbelli
 Ne söyledilerse tıpıtıpına gerçek besbelli…’’ diye başlayan şiiri. Karakoç’un bu şiirine, 1953 Amerikan yapımı olan, yönetmenliğini Charles Walters’ın yaptığı ve başrollerinde Leslie Caron, Mel Ferrer, Jean Perre Aumont’un oynadığı ‘’Lili’’ adlı film kaynaklık etmiştir. Filmin başkahramanı olan Lili, on altı yaşında temiz kalpli, saf, insanlara sonsuz güveni olan biri. Filmin başkahramanlarından olan Pool’ün tanımıyla ‘’O küçük bir çan gibidir. Nasıl vurursanız vurun o saf bir ses verir.’’ Babasını kaybettikten sonra şehre bir tanıdıklarının yanına çalışmaya gelen Lili, onun da öldüğünü duyunca çaresiz bir şekilde kalacak bir yer ve iş arar. Bu sırada bulunduğu şehirde de bir sirk kurulmuştur. Bu sirkte çalışan sihirbaz Marcus’la tanışır ve onun aracılığıyla burada garson olarak işe başlar. Marcus’un gösterilerini büyük bir hayranlıkla izlemekten görevini yerine getirmeyen Lili’nin, daha ilk akşamdan işine son verilir. Lili bu arada gönlünü de sihirbaz Marcus’a kaptırmıştır. Lili Marcus’u severken sirkte kukla oynatan Pool da Lili’ye âşık olmuştur. Fakat Lili bunun farkında değildir. Pool’u kaba ve sert biri olarak görür. Pool çok iyi bir dansçıyken savaşta sakatlandığı için sirkte kukla oynatmaya mecbur kalır. Bunu bir türlü kabullenemez Pool ve özünde çok iyi biri olmasına rağmen sert mizaçlı, kaba biri olarak tanınır çevresinde.

Lili işten atılınca ortada kalır. Gidecek bir yeri de yoktur. Tüm umutları tükenen Lili intihar etmeye karar verir. Tam o sırada perdenin arkasından havuç kafalı kukla çıkar ve Lili’yi yanına çağırır. Kuklayı oynatan Pool’dür. Lili ile kukla sohbete başlarlar. Bir insanla cansız bir kuklanın konuşmaları sirktekilerin de ilgisini çeker ve Lili’yi tekrar işe alırlar. Her akşam bu gösteri tekrarlanır. İzleyiciler de yoğun ilgi gösterirler bu farklı gösteriye. Lili’nin belki de en çok mutlu eden zamanlar kuklalarıyla konuştuğu anlardır.

Bu arada Lili, Marcus’u içten içe sevmeye devam eder. Marcus’un evli olduğunu duyunca Lili sirki terk etmeye karar verir. Bu arada da yaptıkları gösterimlerle dikkat çeken Pool’a iyi bir iş teklifi de gelir. Fakat Lili olmadan bu işe başlamaları da mümkün değildir. Lili eline bavulunu almış sirki terk etmeye koyulurken, kukla arkadaşı havuç kafa yeniden belirir perde arkasından ve Lili’yi yanına çağırır. ‘’Bize veda etmeden mi gideceksin? Bizi de yanında götür Lili!’’ diye yalvarır kukla arkadaşları birer ikişer. Kukla arkadaşlarından olan tilki, Lili’ye hediye bir kürk almıştır. Borcunu ödemediği taktirde kendi kuyruğunu vereceğine dair anlaşma imzalamıştır. Lili kukla arkadaşlarının kendisine gösterdikleri sevgi ve sadakatten dolayı gözyaşlarını tutamaz. Kuklaların titrediğini fark eder bir ara Lili ve perdeyi kaldırır. Perdenin arkasında kaba ve sert diye tanıdığı Pool’ü görür. ‘’Ona sen nesin? Duygularını kaybeden bir canavar mı?’’ diye bağırır. Sirki terk eden Lili yolda tüm yaşananları düşünür. Çok sevdiği kuklaları oynatan, onları konuşturan Pool’dür. Yolda rüyaya benzer bir şey görür Lili. Kukla arkadaşlarıyla yürürken her birinin Pool’a dönüştüğünü, onunla dans ettiğini görür. O kuklaların aslında Pool olduğunu ve aslında Pool’ü sevdiğini anlar Lili koşarak sirke döner. Kapıda da Pool vardır. Çocukça bir sevinçle Pool’ e sarılır ve film burada biter.


1953 yapımı olan bu filmden etkilenen Sezai Karakoç da 1954’te şiiri ‘’Liliyar’’ı yayımlar. Görüntülerle sunulan ‘’Lili’’ filmi Karakoç’un şiirinde bu sefer kelimelere karşımıza çıkar. Karakoç bu şiirinin adını daha sonraki yıllarda ‘’Lili’’ olarak kısaltır. Masal tadında bir film izlemek ve ardından Türk şiirinin üstatlarından olan Sezai Karakoç’un şiirine bir filmin nasıl ilham kaynağı teşkil ettiğini görmek isteyenlerin önce ‘’Lili’’ filmini izlemelerini ve ardından da Karakoç’un ‘’Liliyar’’ adlı şiirini okumalarını tavsiye ederim.

28 Haziran 2018 Perşembe

Anna

Biz her şeye,
esirgeyen ve bağışlayan,
çokça esirgeyen ve çokça bağışlayan,
hep esirgeyen ve hep bağışlayan Rabb'in adıyla başlayan adamlarız Anna.

Büyücülerin, haramilerin, borsacıların, reklamcıların, korsanların, işgalcilerin, bankacıların elinden kurtulmamız da bundan.

Sanayi Devrimi'nde bile, karanlık, rutubetli, çok bağırışlı, çok nefessiz, çok sabahsız, çok aşksız, çok çiçeksiz, çok neşesiz, çok kitapsız bir fabrikada hayatta kaldık sırf bu yüzden.

Piyasaların hınçla dolu iniş çıkışlarına kalbimiz dayanıyor bir şekilde. Kalbimiz derken, ilk gençliğimiz, sakalımız, bir kasetin iki yüzüne de art arda kaydedip dinlediğimiz şarkımız diyorum aslında.

İşte böyle yaşıyoruz ve yaşamak da sana dair uzayıp giden bir özleme dönüşüyor.

İnsaf et Anna!

Gidelim buradan.

Senin masumiyetini,
bilgelik zamanlarından kalma sırları,
dünyanın bütün sabahlarını yanımıza alıp da gidelim.

Hesap etmeden, haritaya bakmadan gidelim.

Ölelim diyecektim az kalsın. Ölmeyelim. Hiç ölmeyelim Anna.

Sarılalım diyecektim az kalsın. İçimden böyle şeyler de geçiyor işte. Sarılalım, dudakların…

Tamam sustum.

Gitmek istemezsen bir şiir miktarı kadar otursak diyorum.
Şiir kalsın istersen, sadece otursak. Oturmasan da olur benimle,
Sadece ellerimi tut. Ellerimi tutma dilersen, sadece yüzüme bak.
Yüzüme bak ama Anna, yüzüme bak. Gözlerime bak, gözlerimin içine bak.

Gözlerim biraz karanlık. İçinde cenkler, ayinler, kesik damarlar, kapıları yumruklayışlar, Cipralexler, Turgutlar, Edipler, Sezailer, siyahlar, beyazlar, uykusuzluklar, bitmeyen baş ağrıları, bildirilerin öfkesi, duvarlara uzun dalmışlıklar var.

Gözlerim biraz yorgun. İçinde bekleyişler, bekleyişler, bekleyişler, bekleyişler, bekleyişler, bekleyişler…

Bekleyişler Anna. Köylü çocukların parasız yatılı sonuçları mesela. Nişanlısı askerde kızlar, kızı ölüm orucundaki baba, babası tersanede oğul, oğlu şizofren anne.

Hepsini sayamam gerçi, utançlarım da var. Ama geçecek hepsi, geçecek. Şifalı gözlerin her şeyi iyi edecek.

Gözlerimin içine bakmaktan korkma Anna.

Sen adımını attığın andan itibaren Hira dinginliğine dönüşecek ortalık.

Tanrı bizimle de konuşur belki.



Bir Adam Girdi Şehre Koşarak, Tarık Tufan

Senden Sonra

Senden sonra 23 şehir gezdim.
3 kilo aldım.
Dünya bilmem kaç 365 günde bilmem kaç dönümünü tamamladı.
Darbe oldu.
İhtilal oldu.
Barış gelmedi.
Savaş bitmedi.
Seni özledim.
İltica edecek tek yer bulamadım.
Gittiğim her yerde senden bir nefes bıraktım.
Belki yürürsün aynı sokakta.
Ayak izime denk düşer ayak izin.
Belki saçına değer nefes.
Belki sen de bir gün özlersin diye, seni uzakta bıraktım.
Seni uğurladım.
Sana kavuştum.
Seni terk ettim.
Bilmem kaç kilometre yol gittim.
Evren kaydı,
Sen göğüs kafesimden milim kaymadın.

Ezel Roz Manaz

Çağır Onu Geri Gelsin Diye Bana Kedi Söyledi


Suyu çok kirlendi akvaryumun,
parmağımla suya "beni yıka" yazdım.
balıklar ağza alınmayacak laflar etti arkamdan.


evimde bir kedi var, 
işten gelince zorla kendini sevdiriyor her gün.
ilgi bağımlısı bir hanım.
pamuk gibi tüyleri var, ismi Arya.
Bir arkadaşım bana emanet etti 8 ay önce.
Bir kaç gün sonra almaya gelecek, 
O gidince ben çok ağl

aya (ulaşa)
cağım
arkasından.

Kedi bana seni anımsatıyor,
huyları aynı sen.
sanki o sen gibisin.
Seni                      sev
                             çünkü ben Arya'yı
çok seviyorum.


Burada bi koala var, kafamda, tam içinde.
Okaliptüs ağaçları var gözlerimin içinde.


Sen hiç sevmedin kışları, yazları mutluydun falan.
Ben kış dışında mevsim sevmezdim, baharın kızı.
sevmezdi beni bundan.


Ben bunu
Suya yazdım. 
Eylül gelince gözlerimi kapar uyurum.
Rüyalarda buluşuruz 
Bu şarkıyla kavuşuruz.


14 Mayıs 2018 Pazartesi

The Invitation

It doesn’t interest me what you do for a living. I want to know what you ache for, and if you dare to dream of meeting your heart’s longing.

It doesn’t interest me how old you are. I want to know if you will risk looking like a fool for love, for your dream, for the adventure of being alive.

It doesn’t interest me what planets are squaring your moon. I want to know if you have touched the center of your own sorrow, if you have been opened by life’s betrayls or have become shriveled and closed from fear of further pain. I want to know if you can sit with pain, mine or your own, without moving to hide it or fade it or fix it.

I want to know if you can be with joy, mine or your own, if you can dance with wildness and let the ecstasy fill you to the tips of your fingers and toes without cautioning us to be careful, to be realistic, to remember the limitations of being human.

It doesn’t interest me if the story you are telling me is true. I want to know if you can disappoint another to be true to yourself; if you can bear the accusation of betrayal and not betray your own soul; if you can be faithless and therefore trustworthy.

I want to know if you can see Beauty, even when it’s not pretty, everyday, and if you can source your own life from its presence.

I want to know if you can live with failure, yours and mine, and still stand on the edge of the lake and shout to the silver of the full moon, “Yes!”

It doesn’t interest me to know where you live or how much money your have. I want to know if you can get up, after the night of grief and despair, weary and bruised to the bone and do what needs to be done to feed the children.

It doesn’t interest me who you know or how you came to be here. I want to know if you will stand in the center of the fire with me and not shrink back.

It doesn’t interest me where or what or with whom you have studied. I want to know what sustains you, from the inside, when all else falls away.

I want to know if you can be alone with yourself and if you truly like the company you keep in the empty moments.


Oriah Mountain Dreamer

From the book THE INVITATION by Oriah "Mountain Dreamer" House published by HarperONE, San Francisco. (c) 1999 All rights reserved. 

13 Mayıs 2018 Pazar

Davet

Bir adamın şunları yazdığına tanık oldum:

"Cidden birini tanımak istiyorsanız, dinlediği müzikleri, izlediği filmleri, okuduğu kitapları tek tek okumak istersiniz. 

Siz de birine eğer ki ilgi duyuyorsanız, dinlediğiniz müzikleri, hayran kaldığınız filmleri, iki kere okuduğunuz kitabı okutmak istersiniz.

Daha çok tanışmak için sanat akımlarına başvurulan bi' aşk hikayesi işte. Hani ''bu müzikte ne buluyorsun?'' diyemez, o olup içindeki anahtar kelimeyi ararsınız. Sana ters olduğu halde, kitabı eline alıp bir an önce bitirmek için kendinle yarışırsın. Sırf daha çok kaynaşmak için... 


İnsanların ruhu sanat akımlarında gizlidir."



Ve daha sonra Kanadalı yazar Oriah Mountain Dreamer'ın "Davet" yazısıyla karşılaştım:

''Geçinmek için ne yaptığın beni ilgilendirmiyor. Neyi özlediğini, kalbinin arzuladığı şeye kavuşmanın hayalini kurmaya cesaret edip edemediğini bilmek istiyorum.

Kaç yaşında olduğun beni ilgilendirmiyor. Aşk için, hayallerin için, yaşıyor olma serüveni için aptal biri gibi görünme riskini göze alıp almayacağını bilmek istiyorum.

Ay’ının etrafında hangi gezegenlerin döndüğü beni ilgilendirmiyor. 
Kederinin merkezine dokunup dokunmadığını, hayatın ihanetlerince açılıp açılmadığını, daha fazla acı korkusundan kapanıp kapanmadığını bilmek istiyorum.

Saklamaya, azaltmaya ya da düzeltmeye çalışmadan benim ya da kendi acınla oturup oturamayacağını bilmek istiyorum.

Benim ya da kendi neşenle olup olamayacağını, insan olmanın sınırlılığını hatırlamadan, bizi dikkatli ve gerçekçi olmamız için uyarmadan çılgınca dans edip, coşkunun seni parmak uçlarına kadar doldurmasına izin verip vermeyeceğini bilmek istiyorum.

Bana anlattığın hikayenin doğru olup olmaması beni ilgilendirmiyor. Kendi kendine dürüst olmak için bir başkasını hayal kırıklığına uğratıp uğratamayacağını; ihanetin suçlamasına dayanıp, kendi ruhuna ihanet edip etmeyeceğini bilmek istiyorum. Güvenebilir ve güvenilebilir olup olamayacağını bilmek istiyorum.

Her gün sevimli olmasa da güzelliği görüp göremeyeceğini bilmek istiyorum. Ve kendi hayatını, onun varlığından kaynaklandırabileceğini.

Benim ve kendi hatalarınla yaşayıp yaşayamayacağını; bir gölün kenarında durup dolunay yansımasına “Evet!” diye bağırıp bağırmayacağını bilmek istiyorum.

Nerede yaşadığın ya da ne kadar paran olduğu beni ilgilendirmiyor. Keder ve umutsuzlukla geçen bir gecenin ardından, yorgun, bitap da olsan, çocuklar için yapılması gerekenleri yapıp yapmayacağını bilmek istiyorum.

Kim olduğun, buraya nasıl geldiğin beni ilgilendirmiyor. Çekinmeden benimle ateşin ortasında durup durmayacağını bilmek istiyorum.

Nerede, kiminle, ne okuduğun beni ilgilendirmiyor. Diğer her şey bittiğinde seni ayakta tutan şeyin ne olduğunu bilmek istiyorum.

Kendinle yalnız kalıp kalamadığını, ve o boş anlarda sana arkadaşlık eden 'kendini' gerçekten sevip sevmediğini bilmek istiyorum.''